• Mezheplertarihi.com
    • Hoşgeldiniz
Üyelik Girişi

     

 

 Alevilik-Bektaşilik Yazıları
Prof.Dr.Sönmez KUTLU,  Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2006

     

Çağdaş İslam Akımları ve Sorunları
Prof.Dr. Sönmez Kutlu
Fecr Yayınevi
ANKARA 2008

 



Şii Fırkalar

Nevbahti-Kummi Çev.Hasan Onat -Sabri Hizmetli -Sönmez Kutlu-Ramazan Şimşek

Ankara Okulu Yayınları

Ankara 2005

İslam Şiddet ve Terör

İSLAM, ŞİDDET VE TERÖR
Prof. Dr. Hasan ONAT

www.hasanonat.com


"Ey Muhammed! Sen öğüt ver ! Esasen sen sadece bir öğüt vericisin. Sen onlara zor kullanacak
değilsin ".
Ğaşiye,21-22
I
İnsan,”oluş” halindeki bir varlıktır. İlk hücrelerin teşekkülüyle birlikte başlayan bu sürecin ilk
aşaması, insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanoğlu, değişmeyi
farketmese bile, hem fizyolojik, hem de psikolojik yönden sürekli yenilenir, tazelenir. Her insan, her
an yeni bir insandır. Bu durum, insanoğlunun “kendini gerçekleştirmesi”ne, kendini "inşa" etmesine
imkan sağlamaktadır.
İnsanın yaratılış amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini
gerçekleştirme, "inşa" etmedir. Bu bağlamda din, insan için, bir “araç” niteliği taşımaktadır. ”Oluş”
halindeki bireylerden oluşan toplum da, doğal olarak sürekli değişen bir toplum olacaktır. Din,
değişimi etkileyen ve değişimden de etkilenen bir olgu olarak iki yönden bu değişim sürecinin
içindedir.
İnsanlık tarihi boyunca, nerede toplu halde yaşayan insanlar varsa, orada mutlaka "din"
de var olmuştur. İnsanlar, insanca yaşayabilmek için, "din"e muhtaçtırlar. Din, uygarlıkların
mayasını oluşturmuştur. Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir; doğru anlaşılmadığı zaman, dinamik
boyutu kaybolur ve her türlü gelişmenin önünü tıkayabilir. Din, insan fıtratına uygun olarak
anlaşıldığı zaman, bireyin yaratıcı yeteneklerini en üst seviyeye çıkartır.
Din, insanların birbirlerini anlayabilmeleri için gerekli olan temel iletişim kodlarını
bünyesinde taşır. Dini bilen insanlar, din konusundaki tavırları ne olursa olsun, birbirlerini daha kolay
anlayabilirler. Din, insanların anlam arayışlarına cevap verir. Din, insanların geçmişi doğru
anlamalarına katkıda bulunur ve geçmişin esiri olmamak için onları uyarır.
İslam dini, Allah katından Hz. Muhammed(s.a.s)'e gelen vahyin etrafında şekillenmiş olan
dinamik bir dindir. İki önemli kaynağı vardır: Vahiy ve akıl. Vahiy, dinin özünü içerir. Müslüman
insan, vahyi aklıyla anlar, vahiyden yararlanarak kendi din anlayışını kurar. Bu alandaki
kurumlaşma insan işidir. İslâm, her zaman ve mekanda yeniden anlaşılmak durumundadır.
Kur'an, insanın, insanı, eşyayı, olay ve olguları doğru anlamasına, doğru düşünmesine
imkan sağlamak; evrendeki konumunu doğru tespit etmesine yardımcı olmak; geçmişin esiri
olmaktan kurtarmak için Allah katından gelmiş olan bir "öğüt"tür; “rehber”dir; bir "uyarı" kitabıdır.
Hz. Muhammed, Allah katından almış olduğu vahiyle insanları uyarmıştır.
İslâm, sorun yaratmak için değil, sorun çözmek için gelmiş olan bir dindir. Bunun için
İslâm'ın, bilimsel yöntemlerle doğru olarak anlaşılması gerekmektedir.
İslam dini, toplumsal planda, adaletin gerçekleştirildiği ahlâklı bir toplumu hedeflemiştir.
İslâm dini, siyasî meseleleri insana bırakmıştır. İnsan, insanca yaşayabileceği siyasî
yapılanmayı, vahiyden ve insanlığın tarihin başlangıcından bu yana ulaştığı bilgi birikiminden
yararlanarak gerçekleştirecektir.
Kur'ân, bir hukuk kitabı değildir. Kur'ân'da yer alan hukukla ilgili âyetler, Kur'ân'daki haliyle
"hukuk" ifade etmez. Bunların hukuk ifade edebilmesi için, hukuk alanına taşınması, hukuk diline
tercüme edilmesi, hukuk mantığı ve içinde yaşanılan gerçeklikle yoğrularak hukuk kalıplarına
dökülmesi gerekmektedir. Bu bakımdan, İslâm Hukuku, beşerî bir hukuktur. İslâm, adaletin tesisi
için, bağımsız yargının mevcut olmasını ve hukukun üstünlüğünü bir zorunluluk olarak görür
Kur'ân'ın muhatabı, toplumda mevcut olan herhangi bir kurum değil; bireydir. Hukukla ilgili
âyetlerden birey öncelikle "öğüt" olarak yararlanır; ona dayalı olarak fikir üretir, değerler üretir.
Müeyyidelerin uygulanması, bireyin işi değildir. Ceza, -eğer hukuktan söz edilecekse- bireyler
tarafından değil, hukukla ilgili kurumlar tarafından belirlenir, tatbik edilir. Aksi taktirde, toplumda
kaos ve anarşi çıkar; hukuktan söz edilemez.
İslâm’ı doğru anlayabilmek için, Kur’ân’a, Kur’ân’ın istediği perspektiften bakmayı
öğrenmemiz lazımdır. Allah kelamı olan Kur’ân’ın anlaşılmak için indirilmiştir. Kur’ân’ı anlamaya
çalışmanın hiçbir ön koşulu yoktur. Her insan, yeteneklerine, bilgi birikimine, ilgi yoğunluğuna bağlı
olarak Kur’ân’ı anlamaya çalışır. Kur’ân’ın her türlü yorumu beşerîdir. Ebû Hanife’nin ifadesiyle,
“Tenzil’in inkarı söz konusu olmadığı müddetçe, te’vilin inkarı küfrü gerektirmez”.
Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan mezhepler, bütünüyle
beşerî oluşumlardır. Hiçbir mezhep dinle özdeşleştirilemez.
Bir insan, hangi mezhepten, hangi meşrepten, hangi ırktan olursa olsun, eğer Kur'ân'da
belirtilen temel iman esasları olan Allah'a, Ahiret gününe ve Hz. Muhammed'in peygamber
olduğuna inanıyorsa, o kimse Müslümandır.
İnsanların, dini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde doğru tarih telakkisine bağlıdır. Tarih,
her ne kadar zaman zaman "geçmiş" anlamında kullanılıyorsa da, tarihçilerin, ya da tarihle
ilgilenenlerin yakaladıkları belge ve kalıntılara, bulabildikleri izlere dayanarak geçmişten bize
taşıdıklarından ibarettir; hiçbir şekilde geçmişin bütünü kuşattığı söylenemez.
Yanlış tarih telakkisi, ya geçmişi kutsallaştırmak, ya da yok farzetmek şeklinde ortaya çıkar.
Her iki durum da sonuç itibariyle aynıdır: İnsanın geçmişin esiri olmasına sebep olur. Çünkü,
geçmişi kutsallaştırmakla, geçmişi yok farzetmek arasında pek fazla bir fark yoktur; ikisi de
geçmişin doğru anlaşılmasını engeller. Geçmişi doğru anlayamayan insanlar, onun ağırlığı altında
ezilmeye mahkûm olurlar.
II
İnsanlık, 21. asra,baş döndürücü hıza ulaşan bir sosyal değişme olgusunun oluşturduğu
yoğun bir çekim alanının etkisinde girmektedir. Çözülmeler ve yeniden yapılanmalar, adeta takip
edilemez hale gelmiştir. Öyle ki, eskiden üçyüz yılda, dörtyüz yılda ortaya çıkan değişmeler, şimdi
üç yılda, dört yılda gerçekleşmektedir. Ulaşılan bilgi birikimi, daha önceleri hayal bile
edilemeyecek noktadadır. Eğer ne aradığımızı biliyorsak, istediğimiz bilgiye ulaşmak artık çok
kolaydır.
Bilim ve teknoloji alanındaki göz kamaştırıcı başarılar, iletişim imkanlarının artması, hızlı kültür
değişimi,insanlığı yeni arayışların eşiğine getirmiştir. Bilgi, ayakta kalmak isteyen bütün toplumlar,
yeniden yapılanmak durumundaki bütün kurum ve kuruluşlar için hayatî önem taşımaktadır.
Süreklilik kazanan değişim rüzgarlarından zarar görmemek, hatta en iyi şekilde ondan
yararlanmak, ancak doğru bilgi ile mümkün olabilir. Artık, birey ve toplum planında ”doğru
bilgi”nin en önemli güç kaynağı olduğunu görmeden ve bunun gereklerini yerine getirmeden
ayakta kalmak, doğrusu biraz zordur.
Öte yandan, din olgusu, unutuldu, unutulacak, bitti, bitecek denilirken, hiç beklenmedik
bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın
geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlilerinden ikisi, doğru bilgi ve din olgusudur.
İşin gerçeği, din, insanlık tarihi boyunca,insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş; hatta
bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar, tarihte, bütünüyle dinden uzak
bir toplumun mevcut olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da
kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dinin yeniden ön plana
çıkmış olması, din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir şey yapmanın pek
mümkün olmayacağını göstermektedir. Daha da ötesi, insanlık, daha insanî bir uygarlık arayışının
içine girmiştir. "Yeni bir uygarlık oluşturmayı ve sürdürmeyi başarabilecek gelecekteki dinin,
insanoğlunun bugün toplumun sürekliliğine ciddi tehditler oluşturan kötülüklerle başa çıkmasına ve
onları ortadan kaldırmasına olanak sağlayacak bir din olması gerekecektir. Bu kötülüklerin en
tehlikelisi, aynı zamanda en eski olanlardır: Yaşamın kendisi kadar eski olan hırs ve uygarlık kadar
eski olan savaş ve sosyal adaletsizlik. Bunlardan daha az tehlikeli olmayan yeni bir kötülük de
insanoğlunun bilimi hırsın hizmetinde teknolojiye uygulaması sonucu yaratılan yapay çevredir".
(Toynbee-Ikada, Yaşamı Seçin, çev. Umut Arık, Ankara 1992).
İnsanoğlu, "anlam arayışı"na cevap verecek; inanma ihtiyacını karşılayacak; hırsını
dizginleyecek; açgözlülüğün zararlarını hiç olmazsa en aza indirecek; insan onurunu koruyacak;
insanca yaşayabileceği çevreyi ve ortamı oluşturmasına katkıda bulunacak, sevginin, saygının ve
hoşgörünün yaşam tarzı olarak algılandığı bir "din"in özlemi ile yanıp tutuşmaktadır. Bu kutsal
arayışa cevap verebilecek yegane "din" İslâm'dır. Ancak, bunun, gelenekle bütünleşmiş, Kur'ânî
temelleri görülemez hale gelmiş bir din anlayışı ile sağlanabileceğini söyleyebilmek pek mümkün
değildir. Günümüz koşulları, Müslümanları, İslâm'ı "Vahy"i merkeze alarak yeniden anlamak gibi,
ciddi ve anlamlı bir sorumlulukla karşı karşıya getirmiştir. Paradigma değişikliği kaçınılmaz olmuştur.
III
İnsanlık, bilgi toplumu aşamasına geçerken, şiddet ve terörden bunalmıştır. İnsan
gerçeğini gözardı eden teknoloji, bir yandan çevre kirliliği gibi onulmaz yaralar açarken, diğer
yandan da, silahlanma yarışının her şeyin önüne geçmesine sebep olmuştur. Dünyamızın, barut
fıçısına döndüğünü söyleyenler haksız sayılmazlar. İnsanlığın geleceği, nükleer silahların tehdidi
altındadır. Bilgi toplumuna doğru hızla ilerleyen insanoğlu, “kendini”, “insan gerçeği”ni ihmal etmiş
görünmektedir. Bu sebepten, insanlığın, yeniden vahyin diriltici soluğuna şiddetle ihtiyacı vardır. Bu
ihtiyaca cevap verecek yegane ilahî kaynak da Kur’ân-ı Kerim’dir.
İnsanın insanca yaşayabilmesi için, güvenli bir ortama ihtiyacı vardır. Güvenli ortam, sadece
güvenlik güçleriyle, sadece müeyyidelerle sağlanamaz; kendi varlığının farkında olan, insanlığını
toplum içinde inşa etmek durumunda olduğunu bilen, kendi geleceğini belirleme konusunda
inisiyatif alan bireylerden oluşan bir topluma ihtiyaç vardır. Güvenli bir ortam için, bireyin
kendisiyle, toplumla ve Tanrı ile barışık olması ve insan fıtratındaki sevgiyi açığa çıkarmayı
başarması gerekmektedir.
İslâm, insanın kendisinin bir “değer” olduğunu gözler önüne serer. İnsanı en güzel şekilde
yaratan Yüce Allah (Tin,3), onun "halife" olduğunu bildirmektedir (Bakara,30). Göklerde ve yerde
olanlar, insanın emrine verilmiştir (Câsiye,12,13). İnsan, madde üzerinde tasarruf sahibi olan,
yaratıcı yeteneklerle donatılmış bir varlıktır.
Kur'ân'ın muhatabı "insan"dır. Bu "insan", iyiyi, güzeli doğruyu gerçekleştirme sınavı ile yüz
yüzedir (Mülk,1-2). Bunun adı, daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, "insanın kendini
gerçekleştirmesi, kendini inşa etmesidir". Bu sınavı başaran, yani insanlığını en iyi şekilde
gerçekleştirebilenler, Kur'ân'ın istediği "mü'min insan" sıfatını taşırlar.
İnsanın "insanlığını gerçekleştirmesi"nin, bireysel ve toplumsal boyutu vardır. İnsanın
toplumsal bir varlık olması, diğer insanlarla bir arada yaşamasını, bir anlamda zorunlu hale
getirmektedir. Hayatın zenginliği ve anlamı, sosyal hayatın doğal akışı içinde ortaya çıkmaktadır.
İnsanı insan yapan değerlerin büyük bir kısmı, doğrudan toplumsal yapı ile ilgilidir. Durum böyle
olunca, bir arada yaşayan insanların birbirlerine "katlanmayı bilmeleri" gibi zorunluluk ortaya
çıkmaktadır. Bu ise, "insan"ın doğuştan getirdiği, doğal "saygınlık" temeli üzerine kurulmak
durumundadır. Her insan, insan olmanın getirdiği onurdan dolayı kutsal bir hak sahibidir.
İnsanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için, öncelikle can ve mal güvenliğine ihtiyaç vardır.
Güvenli bir ortam olmadan, iyinin, güzelin ve doğrunun yakalanabileceğini düşünmek mümkün
olmaz. İslâm dini, getirmiş olduğu bireysel ve toplumsal önerileriyle, insanın saygınlığına uygun,
adaletin sağlandığı güvenli bir ortamın teminini esas almıştır. Bu ortam sağlanırken, toplumun
daha ileriye götürülmesi gibi bir amaç olsa bile, şiddetten ve terörden yardım bekleme, kesinlikle
söz konusu değildir.
Hiç bir insan, ne Müslüman olması için, ne de İslâm'ı yaşaması için zorlanabilir. "Dinde
zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl ayrılmıştır. Putları inkar edip Allah'a inanan kimse, kopmak
bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir" (Bakara, 256) âyetinde vurgulanan,
"dinde zorlama yoktur" hükmü, insanın olduğu her yerde geçerlidir. Bir kimseyi, baskıyla, şiddet
kullanarak Müslüman olmaya zorlamak ne kadar akla ve vahye aykırı ise, aynı şekilde, namaz
kılmak, oruç tutmak gibi konularda zorlamak da akla ve vahye aykırıdır. Müslüman , bilerek ve
isteyerek ibadetleri yerine getirir.
Hz. Peygamber'in hayatını incelediğimiz zaman, ne Müslümanlar açısından kelimenin tam
anlamıyla zulüm ve işkence dönemi olan Mekke devrinde, ne de Müslümanlarının yıldızının
parladığı Medine döneminde, şiddet ve terörün yeri olduğunu görürüz. Hz. Peygamber, güç
koşullarda da, uygun ortamlarda da, "insanın doğal saygınlığını" zedeleyecek eylemlerden, hem
kendisi uzak durmuş; hem de Müslümanları uzak tutmuştur. Hz. Peygamber, Uhut Savaşı sonrası,
şehit düşen bazı Müslümanların kulaklarının, burunlarının ve diğer bazı organlarının kesildiğini, çok
sevdiği Hz. Hamza'nın ciğerlerinin söküldüğünü gördüğü zaman bile, çok üzülmesine rağmen,
Müslümanların öfkeyle de olsa insan saygınlığına zarar verecek taşkınlıklar yapmamalarını
istememiş, onları bu konuda hemen uyarmıştır. Hz. Peygamber, "insan"a saygının, insan olmanın
gereği olduğunu her davranışıyla ortaya koymuştur.
Mekke'den Medine'ye hicret, sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın kaderinde etkili olan
önemli dönüm noktalarından birisidir. Medine'ye gelen Hz. Peygamber, hemen, Medine'nin ileri
gelenlerini toplayarak, insanca yaşayabilmek için gerekli ortamı hazırlamak amacıyla bir sözleşme
yapılmasını sağlamıştır. Tarihe "Medine Vesikası" olarak geçen bu sözleşme, Müslümanların olduğu
bir yerde hukukun üstün tutulacağının ve adaletin sağlanacağının; şiddetin ve terörün
olamayacağının, olmaması gerektiğinin bir belgesi olarak anlaşılmalıdır.
İslâm toplumlarında, toplumsal boyut taşıyan şiddet ve terörün, din anlayışında, marjinal-çarpık
oluşumların ortaya çıkmasıyla birlikte kendisini gösterdiğini söylemek mümkündür. İlk defa, Haricîler
adı verilen grup, sadece kendilerinin ve kendileri gibi düşünenlerin Müslüman olduklarını, sadece
kendi yaşadıkları bölgenin "İslâm bölgesi" (Dâru'l-İslâm), diğer insanların yaşadıkları yerlerin de
"Küfür bölgesi" (Dâru'l-Küfr) olduğunu ileri sürmüşler; kendileri gibi düşünmeyenlerin, kanlarının,
canlarının ve mallarının helal olduğunu, onların sorgusuz sualsiz öldürülebileceğini (isti'raz) iddia
etmişlerdir. Haricilerin, kendileri gibi düşünmeyenleri, hiç tereddüt etmeden öldürdüklerine dair
pek çok örnek vardır. Bunlardan birisi Abdullah b.Habbab b.Eret'tir; hamile olan hanımının gözü
önünde acımasızca öldürülmüştür; daha sonra da hanımı öldürülmüştür. (Bağdadî, Mezhepler
Arasındaki Farklar, çev. E.Ruhi Fığlalı, s.56,Ank.1991)
İslâm toplumunda terör havası estiren Haricilerin, Müslümanlardan esirgedikleri saygı ve
hoşgörüyü, kendileri gibi düşünen Müslüman yapabilmek amacıyla başka din mensuplarına bol
bol gösterdikleri bilinmektedir. Oysa, İslâm açısından bakıldığı zaman, saygı ve hoşgörüyü, bütün
insanlara göstermek gerekir. Daha önce de ifade edildiği gibi, her insan, sırf insan olduğu için
saygın bir varlıktır.
İslâm Tarihinde, vahiyle irtibatı kaybolmuş aşırı görüşlere sahip olan birtakım mezheplerin,
görüşlerini yayabilmek için, şiddet ve terörü araç olarak kullandıkları bilinmektedir. Bunun en
çarpıcı örneklerinden birisine, Selçuklular zamanında rastlıyoruz. Alamut kalesini bir terör üssü
haline getiren Batinilerin lideri Hasan Sabbah, çeşitli yöntemler kullanarak kandırdığı gençleri
afyon içirerek yalancı cennetine gönderiyor, daha sonra kendi emirlerine harfiyyen uymak
şartıyla, ebediyyen bu tür cennetlerde yaşayacaklarını söylüyordu. Böylece kandırılan gençler,
Hasan Sabbah'ın her emrini, hiç tereddüt etmeden yerine getiriyorlardı. Selçuklu Sultanı'nın, Hasan
Sabbah'a gönderdiği bir elçinin huzurunda yapılan gösteri, bazı insanların şartlandırıldıkları zaman
nasıl robot kesildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hasan Sabbah'tan terör
eylemlerine son vermesini isteyen Selçuklu elçisine, bir gösteriyle cevap verilir: Hasan Sabbah'ın
"haydi cennete!" emri üzerine, gençler, peşpeşe kendilerini sarp kayalardan aşağıya bırakırlar...
Bunun üzerine Hasan Sabbah, kendisine ölesiye itaat eden çok sayıda gencin olduğunu belirterek
Selçuklu devletine meydan okur.
Şiddet ve terörün her türlüsü kötüdür; hiçbir şekilde hoş karşılanamaz. Ancak, dini bilmeyen cahil
dindar insanın içine yuvarlandığı şiddet ve terör batağı, en kötü olandır; çünkü, bu batağa
saplanan insanlar, eylemlerini din için, Allah için yaptıklarına inanırlar. Bu durum, işlenen cinayetin
meşru olup olmadığı şeklindeki bir sorgulama sürecinin baştan engellenmesi anlamına
gelmektedir.
İslâm dini, neye niçin inandığını, neyi niçin yaptığını çok iyi bilen insan tipini öngörmektedir. İsrâ
sûresinin 36. âyetinde "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o
şeyden sorumlu olur" buyurulmaktadır. Her insan, Allah’ın en güzel şekilde yaratmış olduğu bir
varlık olarak özel bir sevgiye lâyıktır. İslâm'ın olduğu yerde, şiddet ve terör olamaz. Şiddet ve
teröre, her sebeple olursa bulaşanlar, destek verenler ve onu besleyenler, bir gün onun kurbanı
olurlar.


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam13
Toplam Ziyaret73009
Saat

       

   

Mezhepler Tarihine Giriş
Prof.Dr. nmez Kutlu

Dem Yayınları        

2008